07 Mart 2007

Efrasiyab'ın Hikayeleri - İhsan Oktay Anar




Vaktiyle Kayseri’de ihtiyar bir kadının, yaşı yirmi yediyi geçmesine rağmen evlenmeye bir türlü yanaşmayan Zeynelabidin adında bir oğlu vardı. Bu nankör ve anlayışsız oğul, zavallı anasının bütün rica ve ısrarlarına rağmen,
en güzel, en iyi huylu ve en hamarat gelin adayıyla bile başgöz olmayı inatla reddediyor, ahirete göçmeden önce kendisinin mürüvvetini görmeye, ama özellikle torunlarını okşamaya can atan kadıncağızı mahzun ve bedbaht ediyordu. Çünkü Zeynelabidin çok titiz, hesaplı ve düzenli bir insandı. Çocukları şaşkın, sersem ve dikkatsiz bulur, misafirliğe gittiklerinde kucağına verilen bir bebeğin ütülü pantolonunu ıslatması, kendisine verilen tatlıyı az bulan bir çocuğun arsızca zırlaması, bir veledin sofrada ağzındaki lokmayı saça saça konuşması, hele hele bütün bunların ana baba tarafından hoş görülmesi karşısında küplere binerdi. Her şey bir yana, hayatında onun beynini attıran en büyük şey, bir çocuğun ağlamasıydı. Yakın köylerden onların iki katlı evlerine gece yatıya gelen bir düzine kadar akrabanın çocuklarından biri lokum kalmadığı için gecenin bir vakti feryadı basınca, Zeynelabidin’in cinleri tepesine üşüşmüş, misafirleri gücendirmemek için öfkesini içine atınca da ertesi sabah, hayatı boyunca kaybolmayacak bir sinir tiki yüzüne yerleşmişti. Öyle ki, Zeynelabidin bir çocuk gördüğü zaman sinirden sağ kaşı iner iner kalkardı. Ne yazık ki çocuklar, kalkıp inen kaşı nedeniyle onun kendilerine göz kırptığını zannederler, bu davranışı bir oyun davetiyesi addedip pis elbiseleriyle kendilerini zavallının kucağına atarlardı. (s: 206-207)

(İletişim Yayınları, 2002, 245 sayfa)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder