21 Nisan 2010

Waldo Sen Neden Burada Değilsin? - İsmet Özel



Ben bilgiye bir açılım, bir genişleme ve öğrendiklerimle dünya üzerindeki varlığımı anlamlandırma imkânı olduğu için rağbet ediyorum. Fakat bilgi olarak karşıma çıkan dünya görüşleri önce yeni bir ufuk gibi göründükleri halde sonradan sadece kendi kanallarında seyretmek şartıyla yararlanılacak bilgiler sunduklarını itiraf eden diktatörler haline dönüşüyorlardı. Oysa benim birinci derecede önemsediğim herhangi bir dünya görüşünün bayrağının yükseltilmesi değil, kendime, birlikte yaşadığım insanlara ve mümkünse bütün insanlığa iyileştirme getirecek bilgilere varmak, bu bilgileri geçerli kılan düşünme yollarını açık tutmaktı. (s: 74)


Eğer şiir anlatılamayan bir şeyin anlaşılır kılınmasında bir görev üstlenmişse Kötü Şiirler’den başlayarak yazdıklarım tarih sırasıyla, yani Sevgilime İftira(hayata iftira demektir bu), Kanla Kirlenmiş Evrak, Karlı Bir Gece Vakti, Propaganda, Tahrik, Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü, Esenlik Bildirisi, Amentü sırası gözetilerek okunursa yaşadığım geçiş sürecinin işaretleri fark edilebilir. Gerçi bu işaretler çok gerilere uzanarak da bulunmaz değil, ancak arayışımın en belirgin dönemi bu şiirleri yazdığım günlere denk düşmektedir. (s: 78)

Benim yalnızlıktan kurtuluşum birinci aşamada emperyalizmin beni mahkûm ettiği cehaleti reddetmekle başladı. Emperyalizm Türkiye’de yaşayan insana(eğer varas) çıkış yolu olarak, önce emperyalizmin varoluş şartlarının bir veri olarak kabul edilmesini, yani Batı’ya özgü temellerin benimsenmesi halinde ve bu temellerden yükselerek kabul edilebilir bir yaşama alanının elde edilebileceğini öneriyor, gösteriyor. Türkiye’de yaşayan insanın kendi mevcudiyetini tanıma hususunda emperyalizmin sunduklarını reddedip, kendine özgü temeller aramaya başlaması zorla itildiği yalnızlık kabuğunu kırmasıdır. Eğer yalnızlık bir yalıtılma haliyse, batı kültürü, batılı olmayan insanı asla sınırlarını aşamayacağı çitlerle kuşatmaktadır. Sözkonusu çitleri ortadan(aradan) kaldırmak ancak iki şekilde olur: Ya kendinize ilişkin sahicilik iddialarınızdan tamamen vazgeçersiniz, böylece zincirlerinize âşık olursunuz, sizi kuşatan parmaklıklara hayranlık duyarsınız, veya sahiciliğinize yönelir, sahiciliğinizin sizde yaşayan yanını korur, kaybettiklerinizi yeniden kazanmaya çalışırsınız. Benim için şiire emek verme ve politik bağlanmayı değerli sayma çabalarım doğrudan doğruya sahicilik arayışlarıma destek olan iki çaba olarak anlam kazandı. Yalnızlığı bir uyuşmazlık olarak yaşadım ve uyum sağlama gayretlerim bendeki yalnızlık kabuğunun birinci katını kaldırdı.



İkinci aşamada kültürden bağımsız bir değişme yaşadım. Buna yaratılmış olmayı kavrama diyorum. Persona’mı, şahsiyetimi, kimliğimi kültüre borçluyum, ama mevcudiyetimi, varlığımı, uzay / zaman içindeki ne’liğimi borçlu olduğum ve benim kişiliğimden de, kimliğimden de bağımsız bir “O” var. Hû… Yaratılmış olmayı kavradıktan sonradır ki yalnızlık benim için çok uzak bir duygu, uzaklaşan bir duygu. Çünkü yaratılmış olmayı kavramak, Yaratan’ın iradesine sürekli duyarlı kalmayı getirir. Yaratılmış olmayı kavramamış veya bunu unutmuş insanlar için de bağımsız bir dış dünya, küçük harfle yazılacak bir “o” vardır. Hattâ aydınlanmanın emekleme çağlarında Deistlerin düşündükleri büyük saatçi Tanrı da “o”dur. Fakat İslâm itikadına sahip insan Allah’ın Lâtif olduğunu, lûtuf sahibi olduğunu, Habîr olduğunu, her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından haberdar olduğunu bilir. Müslüman bilir ki Allah “EL MUîD” dir, yani yaratılmışları yok eder ve tekrar yaratır. Bu yok edilip, tekrar yaratılanlar arasında ben de bulunuyorum. Yaratılma süreci sona ermiş bir vakıa değilse bir Müslüman nasıl yalnız kalabilir? Yalnızlık bir Müslüman için hissedilir olmaktan uzaktır. (s: 87-88)




(…) Her insanın beş duyusuyla algıladığı bu dünya üzerinde bir hayatı var. Ben bu hayatı bilerek, isteyerek, her dakikasını kendimin kılarak, duyarak ve düşünerek, uyanıklık içinde yaşamak istiyorum. Belki bu dünya hayatını en üst düzeyde yaşayabilmek, bir başka insanla ortaklaşa tanıklığına vardığı uyanıklık durumunu paylaşmakla mümkün. Bu paylaşımı elde edemediği şartlarda bile insan, ölüm kendini bulduğu anda içinde bir boşunalık duygusu taşımamalı. Bence boşunalık duygusu, ne adına olursa olsun, razı olduğu haksızlık yüzünden insana yerleşir. (s: 95)



(Çıdam Yayınları, 1988, 99 sayfa)




63

AMENTÜ

İnsan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı
geçti çıvgınların, çıbanların, reklamların arasından
geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı
kararmış rakamların yarıklarından sızarak
bu söz yüreğime kadar alçaldı
damar kesildi, kandır akacak
ama kan kesilince damardan sıcak
sımsıcak kelimeler boşandı
aşk için karnıma ve göğsüme
ölüm için yüreğime sürdüğüm ecza uçtu birden
aşk ve ölüm bana yeniden
su ve ateş ve toprak
yeniden yorumlandı.

Dilce susup
bedence konuşulan bir çağda
biliyorum kolay anlaşılmıyacak
kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın
yanık yağda boğulan yapıların arasında
delirmek hakkını elde bulundurmak
rahma çağdaş terimlerle yanaşmak için
bana deha değil
belgeler gerekli
kanıtlar, ifadeler, resmi mühür ve imza
gençken
peşpeşe kaç gece yıllarca
acıyan, yumuşak yerlerime yaslanıp uçardım
bilmezdim neden bazı saatler
alaturka vakitlere ayarlı
neden karpuz sergilerinde lüküs yanar
yazgı desem
kötü bir şey dokunmuş olurdu sanki dudaklarıma
Tokat
aklıma bile gelmezdi
babam onbeşli olmasa.

Meyan kökü kazarmış babam kırlarda
ben o yaşta koltuğumda kitaplar
işaret parmağımda zincir, cebimde sedef çakı
cebimde kırlangıçlar çılgınlık sayfaları
kafamda yasak düşünceler, Gide mesela.
Kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm
her sevinç nöbetinde kusmak sunuldu bana
gecenin anlamı tıkansın diye ıslık çalar
resimli bir kitaptan çalardım hayatımı
oysa hergün
merkep kiralayıp da kazılan kökleri
Forbes firmasına satan babamdı.

Budur
işte bir daha korkmamak için korkmaz görünen korku
işte şehirleri bayındır gösteren yalan
işte mevsimlerin değiştiği yerde buharlaşan
kelepçeler, sürgünler, gençlik acılarıyla
güçbela kurduğum cümle işte bu;
ten kaygusu yüklü ağır bir haç taşımaktan
tenimin olanca ağırlığı yok oldu.
Solgun evler, ölü bir dağ, iyice solmuş dudak
bile bir bir çınlayan
ihtilal haberidir
ve gecenin gümüş ipliklerden işlenmiş oluşu
nisan ayları gelince vücudu hafifletir
şahlanan grevler için kahkahalarım küstah
bakışlarım beyaz bulutlara karşı obur
marşlara ayarlanmak hevesindeki sesim
gider şehre ve şaraba yaltaklanarak
biraz ağlayabilmek için
fotoğraflar çektirir
babam
seferberlikte mekkâredir.

İnsanın
gölgesiyle tanımlandığı bir çağda
marşlara düşer belki birkaç şey açıklamak
belki ruhların gölgesi
düşer de marşlara
mümkün olur babamı
varlık sancısıyla çağırmak:
Ezan sesi duyulmuyor
Haç dikilmiş minbere
Kâfir Yunan bayrak asmış
Camilere, her yere

Öyle ise gel kardeşim
Hep verelim elele
Patlatalım bombaları
Çanlar sussun her yerde

Çanlar sustu ve fakat
binlerce yılın yabancısı bir ses
değdi minarelere:Tanrı uludur Tanrı uludur
polistir babam
Cumhuriyetin bir kuludur
bense
anlamış değilim böyle maceralardan
ne Godiva geçer yoldan, ne bir kimse kör olur
yalnız
coşkunluğu karşısında içlendiğim şadırvan
nüfus cüzdanımda tuhaf
ekmek damgası durur
benim işim bulutlar arşınlamak gün boyu
etin ıslak tadına doğru
yavaş yavaş uyanmak
çocuk kemiklerinden yelkenler yapıp
hırsız cenazelerine bine bine
temiz döşeklerin ürpertisinden çeşme
korkak dualarından cibinlikler kurarak
dokunduğum banknotlardan tiksinmeyi itiraz
nakışsız yaşamakları
silâhlanmak sayarak
çıkardım
boğaza tıkanan lokmanın hartasını
çıkınımda güneşler halka dağıtmak için
halkı suvarmak bin saçlarımda bin ırmak
ıhtırdım caddeleri meğer ki mezarlarmış
hazırmış zaten duvar sıkılmış bir yumruğa
fly Pan-Am
drink Coca-Cola

Tutun ve yüzleştirin hayatları
biri kör batakların çırpınışında kutsal
biri serkeş ama oldukça da haklı.
Ölümler
ölümlere ulanmakta ustadır
hayatsa bir başka hayata karşı.

Orada
aşk ve çocuk
birbirine katışmaz
nasıl katışmıyorsa başaklara ağustos sıcağı
kendi tehlikesi peşinden gider insan
putların dahi damarından
aktığı güne kadar
sürdürür yorucu kovalamacayı.

Hanidir görklü dünya dünyalar içre doğan?
Nerde, hangi yöremizde zihnin
tunç surlardan berkitilmiş ülkesi
ağzı bayat suyla çalkanmış çocuğa rahim olan
parti broşürleri yoksa kafiyeler mi?
Hangi cisimdir açıkça bilmek isterim
takvim yapraklarının arasını dolduran
nedir o katı şey
ki gücü
gönlün dağdağasını durultacak?
Hayat
dört şeyle kaimdir, derdi babam
su ve ateş ve toprak.
Ve rüzgâr.
ona kendimi sonradan ben ekledim
pişirilmiş çamurun zifiri korkusunu
ham yüreğin pütürlerini geçtim
gövdemi alemlere zerkederek
varoldum kayrasıyla Varedenin
eşref-i mahlûkat
nedir bildim.

İSMET ÖZEL (1974)


KİTABIN ARKA KAPAĞINDAN:


Bu çalışmasında İsmet Özel kendi zihin macerasının hikayesini bir yönüyle sunuyor. Şiirin ve siyasi bağlanmanın birbirine geçiştiği noktaları esas alarak yazdıkları otobiyografi değil, son yirmi beş yılın bir değerlendirmesi. Kitap boyunca şiir-şair ilişkisinden siyasi dalgalanmalar içinde bir ferdin konumuna kadar bir çok konuda yazarla birlikte yeniden düşünme fırsatına kavuşuyoruz. Sosyalizmin ve İslamiyet’in Türkiye için taşıdığı anlamı ilgiye değer bulan herkes her iki düşünce evreninde kendince yol almış bir tanığın ifadesinin ülke geleceği bakımından da dikkat çeken bir yanı olduğunu göreceklerdir. Yazar kapanmış bir defterin artık kimseyi etkilemeyecek olan hesabını yaparak değil, canlılığı bugün de hepimiz için belirleyici olan kavrayış biçimlerini irdeleyen bir yaklaşımla olayları ele alıyor. Değişik bir bakış belki, ama birçok şeyin neden değişmediğinin de izahı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder