22 Nisan 2010

İki Darbe Arasında - İskender Pala



(…) Çok sevmeme rağmen edebiyat öğretmenliğinin can güvenliği de ayrı bir sorun idi. O dönemleri yaşayanlar iyi bilirler(12 Eylül 1980); bir öğretmen, hele de edebiyat dersi anlatıyorsa, kullandığı sözcüklere, anlattığı dersin niteliğine, hatta ders kitabında adı anılan yazara göre ya sağcı, ya solcu olmak zorundaydı. Tevfik Fikret’i severek anlatmanızla Yahya Kemal’i severek anlatmanız arasında insanlar fark arardı ve ikisini de aynı derecede severek anlatma hakkınız bulunmazdı.(s: 3)



(…) , bütün askerlik hayatım boyunca evimdeki işim ile okuldaki işimi asla birbirine karıştırmadım. Bunda ayrı bir sorumluluk hissettim ve sivil çalışmalarımı eve, resmî işlerimi hep mesaiye hasrettim. Ne devletin zamanını çaldım, ne de evime iş götürdüm. (s: 28)

(…) O yıl(1984) ilk defa mülakat heyetine alınmıştım. Gerçi rütbem henüz küçük olduğu için soru sormuyor, söze karışmıyordum ama mülakatın nasıl yapıldığını, öğrencilerin nasıl bir elemeden geçirildiklerini öğreniyordum. Daha sonra bu mülakatlardaki eleme sistemi kademe kademe değişecekti. Mesela o yıl Çingene, gayrimüslim, Alevi ve Kürt olduğu kanaati uyanan öğrenci adayları mülakatlarda elenirken, daha sonraki yıllarda Alevi olanların yerini küçükken Kur’an kursuna gitmiş olan öğrenciler aldı. İmam-Hatip okullarından gelen olursa –ki bu durum onların kayıt bilgilerinde yer alıyordu- kesinlikle eleniyor, ama kendisine başka bir nedenle elenmiş gibi gösteriliyordu. Daha sonraki yıllarda bu eleme işinde o derece uç fikirler üretilir oldu ki gün geldi, “Bir elinde Kur’an var, diğer elinde Atatürk’ün Nutuk’u. Deniz’e düştün ve tek elle yüzebileceksin, hangisini atarsın? Gibi akla mantığa ziyan sorular ortaya çıkmaya başladı. (…) Söz gelimi benim bulunduğum heyette bir subay öğrencilerin neredeyse yarısına şu soruları sırasıyla ve hiç değiştirmeden sorardı:
“Söyle bakalım, fosil nedir?”
“…”
“Haydi kafiyeli olsun, usul nedir?”
“…”
Peki gusül nedir?”
“…”
13-14 yaşında bir öğrenci adayı dersini çalıştığı için fosil’in bilimsel tanımını yapabiliyor, kelime bilgisi olarak da usul’ün “yol, yöntem” olduğunu biliyordu. Ama iş “gusül”e gelince hemen hepsi afallıyor, kızarıp bozarıyordu. Guslün ne olduğunu bilmeyenler boynunu büküyor, bilenler de böyle bir soruya cevap verip vermemekte tereddüt ediyordu. Sonuçta guslün ne olduğunu bilenler ile bilmeyenler arasındaki tercih size kalmıştı. (s: 50-51)


Astsubay Hazırlama Okulu Kütüphanesi’ne kitap alımı yapılması için talepte bulunmak istiyordum. Uzun yıllardır kütüphaneye yeni kitap girişi yapılmamıştı. (…) TDK, TTK, Kültür Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Atatürk Araştırma Merkezi gibi bazı kurum ve kuruluşlardan ücretsiz kitap talebinde bulunduk. Bu kuruluşların bazılarından koliler halinde kitap geldi. Ne var ki komuta kademesinden birileri devlet kurumlarından gelen bu kitapların listelerini gözden geçirip içlerinden bazılarının kütüphaneye girmesinin sakıncalı olacağına karar vermiş. Çok ilginç bir durum ortaya çıktı. TDK ve MEB gibi kurumların yayınlarından bazıları, konuları yönünden “gerici” (Henüz o yıllarda irtica kelimesi yaygın değildi.) bulunmuş, kitapların yakılması istenmişti. Yakılmak istenen kitapların ortak özelliği, kapaklarında sarıklı veya Osmanlı serpuşu olan portrelerin yer alıyor oluşuydu. Sırf bu yüzden Farabi, Ali Kuşçu gibi bilim adamlarının hayatlarına dair kitaplar sakıncalı bulunmuş, imhası yoluna gidiliyordu. Hatta yanlış hatırlamıyorsam adında Atatürk geçen ve Atatürk’ün bilime verdiği önemi anlatan bir kitap bile vardı yakılacak kitaplar arasında. Kapağındaki resim birisinin hoşuna gitmemişti işte.
Bütün bu arındırma faaliyeti yazık ki Atatürkçülük adına yapılıyordu ve garip olan husus, Atatürkçülük adına kitabı yakan makam, Atatürk’ün kurduğu bir kurumun, Türk Dil Kurumu’nun ve yine onun kurduğu Cumhuriyet’in Milli Eğitim Bakanlığı’nın kitaplarını da yakıyordu. Her ikisi de lağvedilmemiş olan bu iki devlet kurumunun kitaplarını topluca imha etmek, hem de 1986 yılında, hem de çağdaşlık ve ilericilik adına, Atatürkçülük adına, bilimsellik adına ne büyük utançtı. (s: 81-82)

(Kapı Yayınları, 2010, 265 sayfa)


64


KİTABIN ARKA KAPAĞINDAN:

28 Şubat süreci….her gün bir yığın hüsran… Günler ilerledikçe dalgalar şiddetini arttırarak dövmeye başlamıştır kalbinizin duvarlarını ve çaresizliğin sesi çığlık çığlığadır içinizde. Ateş düştüğü yeri yakar ve bir serçe olsun, gagasıyla bir damla su getirmez yangını söndürmeye…

İskender Pala, bu defa pek bilinmeyen bir özelliğiyle, “asker kimliğiyle” karşınızda. Usta yazar, 12 Eylül'ün hemen ardından başlayıp 28 Şubat sürecinde YAŞ kararıyla son bulan Deniz Kuvvetleri’ndeki 15 yılın hikâyesini içeriden okuma fırsatı veriyor.

(…) Acı günleri hatırlamak, insana tekrar acı verir elbette. Buna rağmen vaktiyle unutmayı çok zor başardığım o günleri şimdi yeniden hatırlamanın acısını yaşamaya cesaret etmem, sırf tarihe belge bırakma ve belki o savruluş insanların hâlâ aramızda yaşadıklarına dikkat çekebilme amacına yöneliktir ve bu yüzden yazdıklarımın tamamı katıksız hakikattir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder