11 Aralık 2006

Akasya ve Mandolin / Mustafa Kutlu



Anadolu’dan İstanbul’a yönelen göç dalgasının ne boyutta olduğunu şu yükselen kavak nüfusu bile teyit ediyor. Gecekondu mahallelerinin küçük bahçelerinde büyüyen kavaklar bir tarafa, en mutena semtlerimizde, lüks apartman aralıklarında bile kavaktan geçilmiyor. Üstelik en çok dikilen de sanayide kullanılan, çabuk büyüyen, biçimsiz ve arsız Kanada kavakları. Oysa İstanbul’un kendine mahsus ağaçları var. Başta çınar, sonra ıhlamur ve erguvan olmak üzere. (s: 47)


...ayak bastığımız, nefes aldığımız, yiyip-içtiğimiz dünya değişiyor. Tabiatın içinde gayrı-tabii bir ortam oluşuyor (tıpkı bir fanus gibi) ve biz farkında olamadan orada yaşamaya başlıyoruz. Kankırmızı bir karpuz mevsimini beklemeden kapımıza dayanıyor. Karakışta domates, zemheri de çilek yiyoruz. Çıplak ayak ile toprağa basamadan ömür tükeniyor. Deniz suyundan içme suyu, türlü-çeşitli yapay gübrelerden yiyecek üretiyoruz. İnsan-tabiat ilişkileri böyle yapaylaşırken; insan-insan ilişkileri de aynı yolu takip ediyor. Gerçek bir kahkaha, içten bir gözyaşı, kalpten gelen bir “merhaba” bulamıyoruz. (s: 74)

... kimse kimseye selam vermiyor. Herkes kör benzeri bir siyah gözlük takmış, yüzüne sanki estetik yaptırmış, tanınmamak için ne lazımsa onu kuşanmış.Ya onu tanırlarsa…Ya biri şöyle ayak üstü konuşmak isteyiverirse.Ya bir fincan tuz, bir kurşun kalem rica ederse.Hastayım, no’lur bana bir ambulans çağırın diyen olursa.Ya onu durdurup, hafazanallah borç falan almaya kalkışırlarsa.Mesleğini, kazancını, evliliğinin nasıl gittiğini, çocuklarının adını soran çıkabilir. Polis, hırsız, vergi tahsildarı, gazeteci, medyatör, devletten herhangi biri olabilir. (s: 172)

(Dergah Yayınları, 1999, 176 sayfa)

21




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder