... 'olağan' diye gördüğümüz olayların ve şeylerin üstüne örtülen 'sıradanlık' perdesi aralandığında, her bir 'olağan'ın hiç de 'olağan' olmadığı anlaşılır.
Kar örneğini ele alalım:
Binlerce metre yüksekte su damlacıklarının katı bir hale bürünüp yeryüzüne inmeleri; hepsi altıgen olmakla birlikte her birinin ayrı bir nakış taşıması yeterince 'olağanüstü' değil midir? (s:21)
Binlerce metre yüksekte su damlacıklarının katı bir hale bürünüp yeryüzüne inmeleri; hepsi altıgen olmakla birlikte her birinin ayrı bir nakış taşıması yeterince 'olağanüstü' değil midir? (s:21)
İnsan, bakışını gündelik olayların 'olağan' akışına bıraktıkça, 'alışkanlık' denilen düşünce tembelliğine duçar olur ve tefekkür denilen görevini ya hiç yapamaz, ya yanlış adreslere gider veya yarı yollarda tıkanır kalır. (s:22)
...bugün "Sana tapıyorum" türü mektuplar alan alımlı aktris, otuz sene sonra kendi malı sandığı güzelliğin zerresini dahi korumayı başaramayacak; bugün 'müthiş bir devlet adamı' olarak anılan politikacı otuz yıl sonra 'ilginç' beyanatları ile herkesi güldüren bir bunak konumunu alacak; bugün "En büyük benim" diye bağıran bir sporcu otuz sene sonra Parkinson hastalığına tutulup adımlarını bile zor atacaktır. (s: 39)
Dünya ile uğraşmamızın bedeli, 'dünyamız'dan kainatın yitip gidişi idi kısacası. Gazete haberleri, TV yorumları derken, 'asıl haberler'den kopuyorduk. Futbol takımlarının rengine dalmışken, ayrı nakışlarla bezeli, her biri ayrı renk ve tonda binler çeşit çiçeğin mesajından kopuyorduk. Motor seslerine garkolmuşken, bülbülün ve rüzgarın sesinden; egzos ve fabrika dumanlarına dalmışken, bulutların seyrinden kopuyorduk. O güne dek belki farkettiğim ama keskinliğini ancak o gün tam anlamıyla hissettiğim bir zıtlıktı bu! Tercihimi yapmam gerekiyordu. Ya kainatı asıl tutacak ve onda görünen 'tecelliler'e ayna olacak; yahut kurmaca bir 'dünya'da boğulup kalacaktım.(s:52)
Ölüm, romanlarda olduğu gibi, artık işini bitirip hesabını kapatmış insanlara geliyor olsaydı, gerçek hayatta hiç kimse ölümü yaşamazdı. Çünkü, en korkulu rüyası ölüm ötesi olan şeytan ve nefis, ölümü ve ötesini unutturmak için, daima yeni dünyevi hedefler koyar önümüze. Ölümü reddettirmez, buna gücü de yetmez-ama ölüm zamanını şöyle belirler: işler ve hedefler bittiğinde. (s: 77)
(Nesil Yayınları, 2009, 142 sayfa)
KİTABIN ARKA KAPAĞINDAN:
Büyük şeylerin büyüsüne aldanan gözler için, 'küçük şeyler,' önemsenmeye değmez şeylerdir. Büyüklüklere aldanan bir göz, 'küçük şeyler'i görmezden gelir. Oysa tüm büyüklükler 'küçük şeyler' üzerinde temellenir. Koskoca gökdelenler küçük kum taneleri üzerine kurulurlar. İnsan binası gözle dahi görülmeyen hücre tuğlalarıyla inşa edilmiştir. Uçsuz bucaksız kainatın tuğlası ise, görmeye en gelişmiş mikroskobun dahi güç yetiremediği atomlardır.
Bu bakımdan, 'küçük meseleler'de takınılan bir ciddiyet ve duyarlılık, büyük meselelere de aksedecek bir duyarlılık ve tutarlılığın muştusunu verir. Aynı şekilde, küçük şeylere ilişin bir dikkatsizlik, büyük arızaların habercisidir.
Küçük şeyler, eksenine işte bu gerçeği alıyor... Ve bizi, 'sıradan' görüp geçtiğimiz 'küçük şeyler'de büyük gerçeklerin izini sürebileceğimiz bir dikkat ve şuur iklimine yöneltiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder