31 Mart 2010

Nietzsche ve Babaannem - Mustafa Ulusoy




Nietzsche, kendisine verilen ömür sermayesini kullanıp sınama zamanı sona erince öldü. Yıllarca migren ağrısı çekmişti. Sonunda, yakalandığı beyin frengisinden öldü.
Ölümünden bir müddet önce, o ünlü sözünü söylemişti: “Tanrı öldü.” Söylenmesi kolay bir sözdü bu. Zor olan, “Bir Yaratıcı var” demekti. Çünkü “Tanrı öldü” demek, “Tanrı benim”; “Bir yaratıcı var” ise “Ben kendi adıma bir hiçim” anlamını içeriyordu.
Bunu kabullenmek pek de kolay değildi. Nietzcshe, kolay olanı, hem de çok kolay söyledi. Nefsi bundan büyük bir haz alıyordu. Gerçekte iradesini nefsinin karşısına koyamayacak kadar yüreksizdi. Yaratıcı’ya karşı gelmenin narsistik ama bir o kadar da acı veren hazzını bir an yaşamıştı. O an içindeki insaniliği öldürmüştü. Kendi Yaratıcısını, kendisine yaşama fırsatı veren Zat’ı yok sayarken, Nietzsche, aslında kendisini, öldürmüştü. “Tanrı öldü” diyen Nietzsche’ye hayatı veren Yaratıcı, şimdi de ölümü veriyordu. Nietzsche bunu tam öldüğü an anladı. Her şey, aynada görünür gibi aydınlandı. “Hayır, bir Yaratıcı var” diyecekti ki, sınama zamanı bitti. Öldü. Nietzsche kendi lisanına “Hayatı veren, ölümü de verendir” gerçeğini söyletemedi. Ama cansız cesedi, onun yerine, mutlak bir Yaratıcı’nın var olduğunu haber veriyordu.


“Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında, ‘Ey Rabbim’ der, ‘beni dünyaya döndür. Tâ ki geride bıraktığım dünyada güzel bir amel işleyeyim.’ Heyhat, onun bu söylediği, boş bir sözden ibarettir. Arkalarında ise, diriltilecekleri güne kadar geri dönmelerine mani bir engel vardır.” (bkz. Mü’minûn, 23:99-100) (s: 58-59)


O’nun “Secde et ve yaklaş”(bkz: Alak, 96:19) deyişini bir kere daha düşünelim mi? Bak, şimdi fark ettim ben de birden. Rab, önce yaklaş, demiyor değil mi? Kalbinde secdeye varmak için ne bir yakınlık, ne bir istek, ne bir lezzet bekliyor senden. Tersine önce secde bekliyor. Sonra yakınlaşma geliyor dikkat ettiysen. (s: 66)


Geçen gün hiç ummadığım bir şey oldu. Saksıda bir çiçek gördüm. Nasıl olur da topraktan böyle bir şey çıkabilirdi? Ondan bunu hiç ummazdım. Arkadaşım itiraz etti. “Hıh”, dedi “Niçin umulmayacakmış? Tohumunu toprağa attın mı, bir de sulayıp güneşe koydun mu, bak bakalım sana toprak neler vermez!” Düşünen insandan umulmadık bir cevaptı. Bir bebekten karmaşık matematik hesapları yapmasını umar gibi. Toprak, su, hava ve güneş bilgisizdi, güçsüz kuvvetsizdi. Sanat bilmezlerdi, nakış bilmezlerdi. Zaman nedir bilmez, neyin ne zaman olacağını anlamazlardı. Ama çiçekte nakış vardı, sanat vardı. Kokuyordu; ilimle işlenmiş, kudretle yoğrulmuştu.

Onun aldandığı yeknesaklık perdesiydi. Sebeplerin çoğu zaman birbirinin ardı sıra gelmesinden, çiçeğin bir düzenlilik içinde var edilişinden yola çıkarak çiçeği sebeplerden ummak bir yanılsamaydı. Bir çiçek, onların toplamından farklı ve çok öte bir şeydi. (s: 197)


Yüz binlerce filiz, yokluk âleminden varlık âlemine kavuşturuluyor. Toprak gülüyor. Toprak, bağrındaki rahmetin sevinciyle dolu...Toprağın yüzünde bir değil, belki yüz binlerce değişik tebessüm var şimdi. Çünkü her çiçek ayrı bir tebessüm. Her çiçek ayrı ayrı yüzüyle, kendine has yüzüyle, ayrı ayrı gülümsüyor. Çiçekler öylesine içten, öylesine sıcak gülümsüyorlar ki, kendilerine bakanları da gülümsetiyorlar.

Çiçekler böyleyken ağaçlar durur mu?.. Kemik gibi kurumuş bir ağacın ucundaki incecik dalda, bir sabah, nokta nokta işlenmiş, süslenmiş, ziynetlendirilmiş bir çiçek belirdi. Sonra onu başkaları takip etti. Ağacın yüzünde bir tebessüm belirdi.. Ağaç kendisini mucizevi bir şekilde yaratan bir Sâniin sanatının güzelliğini şuur sahiplerine, yani biz insanlara okutan bir ilanname oldu. (s: 205)


Bahar diriliştir. Haşrin müjdecisidir. Bahar, insanın şu dünya hayatından sonra yeniden dirilişinin en güzel delilidir.

Kuru, kemik gibi bir dalın ucuna hayatı takan, rahatlıkla takan, hiç zorlamadan takan, hem de milyonlarca ağacın dallarına takan Yaratıcı,hayatı çürümüş kemiklere de aynı kolaylıkla geri veremez mi? (s: 206)



(Timaş Yayınları, 2009, 216 sayfa)


61



KİTABIN ARKA KAPAĞINDAN:



Nietzsche felsefeciydi. Babaannemse yalnızca bu gezegende yaşayan biri. İlla ki bir etiket vermek gerekirse, ev hanımı.

Nietzsche, üniversitede ders verirdi. Babaannem, okuma yazma bilmezdi. Hayatında hiç okul yüzü görmemişti.
Çok tanınmış biriydi Nietzsche; bütün Avrupa ondan hayranlıkla bahsederdi. Babaannemse yalnızca kendi köyünde tanındı.


Nietzsche ve babaannem, aynı gezegenin misafiri oldular. İkisi de, bir anne ve babadan dünyaya geldiler. Aynı donanımlara sahiptiler. Ne Nietzsche'nin fazlası vardı, ne babaannemin eksiği.

İkisinin de bir karar vermesi gerekiyordu. Tercih etmedikleri bir dünyada, yaşamlarını sonsuza dek etkileyecek bir 'tercih'te bulunmalıydılar. İşte o karar aşamasında yolları birbirinden ayrıldı. Aynı gezegenin iki yolcusu, iki ayrı yöne gitti.
Nietzsche kolay olanı seçti, babaannemse zor yolu.


Herkes, kendini çok iyi tanıdığını sanır ama en az tanıdığımız kendi ruhumuzdur. Mustafa Ulusoy 'Nietzsche ve Babaannem'de bu en insani ama aynı zamanda en çetin meseleyi irdeliyor. Hayatın anlamı, ölüm, hiçlik, sonsuzluk arzusu, hayata ve kendine yabancılaşma, mutsuzluk, anlaşılamama gibi bütün çağların ortak meselelerini her dönemin insanına cevap verecek bir saflıkla ele alıyor. Ve herkesin payına kendi iç dünyasındaki düğümleri çözmeye yardımcı olacak ipuçları düşüyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder