Korku o kadar yakıcı ve mutlaktı ki, La Paix hastanesine duhulünde kendini bir ateist olarak algılayan bu fakir, bir noktada dua etmeye başlıyor, yalnızca duaya sığınmayı deniyordu. Ve işte kendim ve bütün insanlık için dua etmeye giriştiğim o an birden mucizevi bir değişim vukû buluyordu.
Odamda yatağımın karşı ucundaki duvarda, birden, yakaza halinde bir görüntü, çarmıha gerili bir İsa Aleyhisselam figürü peydah oluyor. Bir süre sonra görüntüde Efendimiz Hz. Muhammed (SAV)’in kendisi belirip ışıldıyordu. Efendimiz (SAV) gelip İsa Aleyhisselam’ı çarmıhtan indiriyor, kollarına alıyor, yürüyor, derinlikte uzaklaşıyordu.
Benim korkuyla, vehimle, ateşle imtihanım bu olayla yepyeni bir anlam kazanıyor, süreç artık bambaşka bir mecrada devam ediyordu. Ve bu olaydan onsekiz yıl sonra, yeri ve göğü kavuran ateşte nice kereler seyredip, nice kereler duaların etkisiyle selamete çıktıktan sonra, tecrübelerim beni nihayet tasavvuf kalesinin şifalı kapılarından geçiriyor; ehl-i tasavvuf bir zatın mübarek huzuruna, o mutlak güven noktasına ulaştırıyordu.
“Nârı nura çeviren” sırrın Kelime-i Tevhîd olduğunu, Salavat-ı Şerifenin ve Kelime-i Tevhîdin, ateş denizini yaran rahmet olduğunu bu zatın ağzından duyup kalben idrak ediyordum. Böylece ateş denizinde defalarca yaşadığım korkular, nihayet ümitlerin en büyüğüne dönüşüyordu. (s:84)
Bugünlerde oturma odamın duvarına asılı ebrudan “Ateş Denizi”(Hikmet Barutçugil) tasvirine bakarken sık sık tekrarladığım gibi,
“Ya Rabb, bir kez daha tüm yeryüzü insanlarını, tüm yeryüzü sanatçılarını, onsekizbin alemi dolduran kutuplar, pîrler, erenler, âşıklar neşesinden haberdar ve nasibdar kıl.” (s: 86)
Şizofreni tabir edilen, onulmaz bilinen ruh keşmekeşinin ilahi bir himmetle yerini şifaya bırakabileceği şimdi tecrübeyle sabit oluyor ve bu tecrübenin ışığında belki birçok başka muzdaribe himmet doğuyor.
Rabbin Kahhar sıfatını celbetmiş o küfür ikliminde, sırça fanuslara hapsolmuş, alevlere, cendereye sıkışmış başka canlara nasıl ulaşılabileceğidir, şimdi sorulması gereken.
Yakarışlara, dualara yükleyelim niyetlerimizi… Dua, kutlu bir Anka gibi menzilleri aşsın, nefeslerimizi hasta canların bağrına ulaştırsın…
Vahyin kudreti, kutsal ilim, ateşi nura, marazı ebedi şifaya çevirsin…
Yüce, aşkın değerlerin varlığına, hakikate sırt çevirmiş Hümanist kültür, modern insanın kulağına, kendisinin alemin merkezi olduğunu fısıldamış, ona ilahlığını beyan etmiş zuhur eden büyüklük hezeyanının ağırlığına dayanamayan insanoğlu, tüm dengesini yitirerek, bu kez iki adımda bir küçüklük hezeyanlarının, mikromaninin girdabına yakalanmaya yüz tutmuştur. Modern yalanının bedelidir bu.
Kafka, bir sabah yatağından bir hamamböceği olarak uyanan Gregor Samsa’da, bu ters yüz oluşun, bu şeytani çarpılmanın trajedisini dile getirir.
Bütün bu çağrışımları, bu fikir silsilesini bende uyandıran gençlik arkadaşıma bakarak ona, büyümek için ne kadar çok berzah katetmek zorunda kaldığımı, adeta ağır bir fikir çilesinden geçtiğimi anlatmaktan başka gayem yok…
-“Bize yalan söylediler” diyorum…
O anlıyor meramımı… Duruyor, “Bize hiçbir şey öğretmediler” diyor…
Bize hiçbir şey öğretmediler.
Yaşamın ilahi bir mucize olduğunu, yaşamın her anında ilâhi menşeli ayrı bir mucizenin vukû bulduğunu, şu ağzımızdan çıkan konuşmanın, şu kulağa gelen sesin, şu bakan gözün, şu idrak eden aklın, bütün bunların, trilyonlarca mucizevi zuhurattan sadece birkaçı olduğunu, yüce bir gaye içerdiğini, yaşamanın, insan olmanın sonsuz bir baht olduğunu…
Arkadaşım yineliyor:” Bize hiçbir şey öğretmediler…” (s: 126-127)
O güne kadar hayatı, kendinizle, çevrenizle ve âlemle bir çatışma olarak algılarken ve öyle yaşarken, birdenbire kendinizle, çevrenizle ve âlemle ahenk halinde yaşamak ve idrak etmek durumuna geçiyorsunuz…Büyük bir karanlıktan, büyük bir ışığa çıkıyor insan. Daha önce âlem sonlu iken, ölümle biterken ve madde dünyasıyla sınırlıyken, bir çeşit sonsuzluk deniziyle karşılaşıyor… Bu büyük değişim, bizatihi çok büyük bir hayranlık ve çok büyük bir hayret uyandırıyor bende. Bu hayret arttıkça şifaya dönüşüyor. Şifa arttıkça hayret artıyor. 40 yaşımdan sonraki bu hayret dönemi çok ilginçtir. Biliyorsunuz, Peygamber Efendimiz’in (SAV) bir duası vardır: “Rabbim hayretimi artır.” Hz. İbn-i Arabî’nin, Fusûs’ul Hikem’de sık sık zikrettiği bir şey bu: “Hayretimi arttır.” (s: 133)
(Timaş Yayınları, 2009, 176 sayfa)
KİTABIN ARKA KAPAĞINDAN:
“Ayşe Şasa, bireysel ve toplumsal hastalığın kesiştiği noktada, İbn-i Arabî’yle tanıştığını söylüyor. Muhtemelen reddettiği bir dünyayla tanışınca huzura yaklaştığını hissetti; yaşadığı kavmin reddettiği kesimiyle temasa geldi. Kendisini anlatan Ayşe Şasa dostumuzdan bizim de öğreneceklerimiz vardır.”
İlber Ortaylı
“Esasen sinemacı olan Ayşe Şasa, denemelerinde görsel olan ile zihinsel olanı kendi gönül aydınlığında sentezleyerek ifade ediyor. Bu yaklaşım, meselelere hem oldukça gerçekçi hem de metafizik açılımlar getiriyor. Yazılarının etkisi, samimiyetinde. Bu samimiyet, yer yer müspet manada safiyete dönüşüyor. Bunca yıldır göğüs gerdiği hayatın ağır yüküne dayanmaktan oluşan bir temizlik, bir hayret. Günümüz entelektüel yaşamında az rastlanılır bir meziyet.”
Mustafa Kutlu
“Ayşe Şasa, bir ermişin hayatını anlatıyor ipek kanatlı sayfalarda… Bu az şey değil.”
Hilmi Yavuz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder