Ardımızda kalan hergün, binlerce çocuğun ölüsü ile kapanmakta. Azgın bir dünyanın azgın insanları; kendilerinden başka insanların yaşamasına imkan tanımıyor. Ve gittikçe duyarsızlaşan bir müslüman dünyası. Ateşle, kanla, cesetle kuşatıldığımız halde; alışmaktayız ölüme, yokluğa, vahşete. Sonra da sıradan olaylar olarak algılamaktayız savaşları, kıtlıkları, açlıkları... (S:22)
Ve siz ihtiyar kadın. Körfez Caddesi'nde gözlerimiz karşılaştığında, salt giysi farkı için ne denli yüzünüz sertleşse de, hakkım yok aynı karşılığı size sunmaya. Gülümsüyor ve başımla selamlıyorum; bir elli yıl, artı bir kaç onlu yılların marifeti olan çizgili yüzünüzü... Sizin ki gibi karanlık süzüşler yollamaya kalksam, biliyorum insanlığımdan ne denli çok şey yitireceğimi. Yoo, durun biraz, sizin de hakkınız olmadığını söylemedim daha. Sizin durumunuz, sizin içsel dünyanızın sıkıntılarının gözlerinizden yansıması ve tamamen özel bir sorun, sadece size özgü... Kınamaya da yetkili değilim, sizi. Sadece en sevgiliye karşı şükür doluyum. (S:31)
En somut gerçek; ölüm.
Saçları meçli kadın, bulucinli genç kız, yaşlı dede, aynı çağı paylaştığımız gibi, sizinle aynı çağın ölüsü de olacağız. Fazla vaktimiz yok. Hazırlanmaktayız gidenlerin peşinden... (S:34)
Ekimler... İnsanın kaç ekimi olabilirki... Otuz-kırk, bazen yetmiş en fazla seksen. Görkemli bir ekim'i daha belki yaşamadan, farkında bile olmadan, o çok değişik güzelliği göremeden geçirmekteyiz. Belki hayat toprağına nicemiz, o küçücük ama sonra bir anıt- ağaç olacak denli büyük; tevbe tohumunu dikemedi. Sanki çok ekimler bizi bekliyormuş gibi; tüm ayların, mevsimlerin sahibine yönelemedik daha. Kendimize nice naylon tablolar yapmış oyalanıyoruz onlarla. Nice gelecek projelerimiz daha yarım. Bu işlerin bitimi için, çok baharlar, çok ekim'ler lazım. Bu yüzden hep gelecek ekimlere ertelenmekte nice güzel, nice narin, nice zarif fidanların dikimi... (S:53)
(Beyan Yayınları, 2004, 128 sayfa)
KİTABIN ARKA KAPAĞINDAN:
Ay ışığında, üzüm bağlarını seyre doyum olmazdı bizim oralarda. Her hevengin dibinde, altın gibi toprak parıldardı. Beş parmaklı eller gibiydi, asma yaprakları. Size de el verirdi, dost, sıcak...
O uzak çocukluğumda, şıra olurdu üzümler; bir oda beyaz üzüm pestilleri, bir oda kara üzüm pekmezleri ile dolar, içki fabrikasının kamyonları yanaşmazdı kapılara.
Üzümlerin ağlamcıl çığlıkları duyulmazdı o vakitler. Bağlardan geçilir de, öyle varılırdı köylere. "Sen ağlama kirpiklerin ıslanır." Büyük emmim, bu yanık doğu türküsünü söylerken uzaklara bakıp, dalar gider, onun baktığı dağlara ben de bakar, bir şey görememenin sıkıntısını yaşardım. Aslında o dağlarda, o uzak ovalarda meğer ne çok şey görmüşüm ki, bir film karesi gibi o anı durdurup, bunca yıldır saklamışım. O tek kareyi, şimdi çoğaltarak, gizemine ulaşmak varmış...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder