YENİDEN ÖLEBİLİRİM
Soyutun da soyutu olan zamanın çizgisel bir eksen üzerinde ilerleyen ve saatle, dakika ile ölçülebilir türden bir kavram olduğunu kabul etmekte fevkalade güçlük çekiyorum. Hele yaşanan bir anın, gökyüzünde bir kerecik parladıktan sonra sonsuza değin kaybolan yıldızlar gibi, ilelebed görünmez olduğu fikri bana kavranabilirlikten iyice uzak geliyor. Zamanın mazi, hal ve istikbal ilişkisinde telakkisi de tedavülü çoktan yitik bir vehim bence. Dün yok, yarın da. Bir tek bugün var çünkü. Dahası bir tek an var. Ve anın derinliğinde hepsi üzerime yığılmış halka halka çoğalan, katman katman derinleşen bir zaman var. Zamanın çizgisel bir olgu değil de dairesel bir olgu olduğunu kabul etmek, belki hiçbir kabule ihtiyacı olmayan bu en büyük vehmin kavranabilirliğini değilse de katlanabilirliğini kolaylaştırıyor.
Feylesof ya da muvakkit ya da müneccimin izharından önce, şairin karanlık göklerin derinliğine fırlattığı işaret fişeğinin ihbarını aldım. Kabiliyetli şairin bilim adamından daha iyi öğrettiği muhakkak. Öyleyse, öğrettiler işte: Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında. Öyleyse hem içindeyim zamanın hem de dışındayım. Mutlak bir anın derinliğindeyim. Öyleyse her zamandayım. Öyleyse yaşanmış ve "geçmiş" zamanlara yeniden yeniden dönebilirim.
Ne porselen bir fincandaki hoş kokulu çayın çağrışımında tam on üç cilt hacmindeki bir "yitik zamanın" arkasında koştuğumu inkar edebilirim, Proust olmasam da. Ne de "Orhan zamanından kalma bir duvar"ın yanı başında ve "onunla bir yaşta ihtiyar çınar"ın aydınlığında Kuruluş devrine kadar indiğimi ve Bursa üzerinde asılı kalmış zaman avizesinin örtüsüne büründüğümü inkar edebilirim, Tanpınar olmasam da.
Yeter ki bir vesile muharrikim olsun, aynı şarkı kalbimin üzerinden bir kez daha geçsin. "İstanbul'u Fetheden Yeniçeriye" kadar gidebilir, bir XIX. asır payitahtında Kış ikindilerine dokunabilirim. Çünkü söylemiştim ben zamanın hem dışındayım hem içindeyim.
Üstelik sadece bu kadar değil. Yeter ki ruzigar essin, kırkikindi yağmurlarının boydan boya böldüğü baharların ibtidasında bahçelerin kıyısına inerek yeniden Puşkin üzerine hafif bir yazı da yazabilirim Aynı şarkıyı duyabilirsem eğer, yeniden yolculuğa çıkabilirim. Yeniden taş kesilmiş kenti görebilir, içinden geçen ırmakla konuşabilir ve onun bana anlattıklarını dinleyebilirim. Yeniden saklı kentlerden geçebilir yolum. Yeniden sol kulağı küpeli, esmer ve kıvırcık saçlı Hitit savaşçısı yol arkadaşımla haziran akşamları inerken üzerime ve dört bin yıl farka rağmen karşılaşabilirim. Aynı deniz hem beni hem yağmuru çağırır, aynı rüzgar aynı kekik kokusunu taşır. Yeniden griye düşebilirim. Yeniden Omsk'lu Mikhael için ağlayabilirim. Hikayeleri tersinden okur, satırların altını çizer, ezel mukavelelerine gözü kapalı imza koyabilirim. Sözcükler alıp karşılığında hayatlar verebilirim. Önce sayısız harfle susar sonra sayılı harfle konuşabilirim. Hiç emniyette değilken önce, hemen ardından kendimi fevkalade emniyette hissedebilirim. Yeniden aynı ebru teknesinden, önünde diz çökmek bahasına, mor bir menekşe ebrusu çıkarabilirim. Nisan çiçeğini yeniden aynı yerde açmış bulup, mayıs sonlarında genç Mehmed'le İstanbul'un gül vurgununu yiyebilirim. Hepsini ama hepsini yeniden yaşayabilirim. Yeniden ateş bahçelerinden geçebilir yolum, savaşçının dürbününe düşebilirim, yeniden Kanuni'nin bile saf tuttuğu cemaatlere gizlice katılabilirim. Herkesler, orucunu bozmuş günahta, zanneder de beni, oysa hilal görünmüştür incecik, yeniden bayram yapıyor olabilirim. Yeniden, nun efendimsin, diyebilirim. Bütün bunların üzerinden yeniden geçebiliyorsam eğer? Zaman da ne oluyor peki? Doğumum ve ölümüm arasındaki mesafe mi? Yapmayın, basit cevap. Eğer zamandan maksat biz dururken içimizden geçen şey, ya da o dururken içinden geçtiğimiz şaibeli şeyse. Bir teselli. Kolay izah. Ona da mana izafe eden ben değil miyim? Varlığını izhar için bize muhtaç olmasına ya ne demeli? Saçıma konan yıldız. Göz altlarımda derinleşen keskin çizgi. Adı zaman! Öyle mi? O zaman, zaman ben miyim?
Zaman benim. Çünkü o, evveli ve ahiri, benim bilincime muhtaç. Ben bilmezsem ve eskimezsem zaman olmayacak. Ve bu yokluk hiç de ben bilmezsem var olmayacak diğer mevhumelerin yokluğuna benzemiyor. Hükmü ancak bana geçen zamanın hem hükmü hem hükümlüsüyüm. Ben on altıncı asrım, milattan sonra. Onuncu asır da benim, hicri. Yazının ve tarihin olmadığı zamanlar da benim aynı zamanda. Ben tecrid iklimlerinde boy veren zamansızlığın çiçeğiyim çünkü. Ölüm ve dirim bu yüzden içimde bu kadar yakın, bunu bedel ödedim.
Yeter ki aynı şarkı kalbimin üzerinden geçsin, yeniden ölebilirim. İmza yeri: Sağ alt köşe! Ölebilirim. Birden fazla ölmeyi bilenlere zaman yok. Zaman, üzerimde titreyen hüzün. Zaman, kalbimdeki ürperti. "Geçen yıl" tam bu vakitlerde yaşanmış bir ölümün üzerinden geçmeye hazırlanırken ben, üstelik "gelecek yıl" tam bu vakitlerde üzerinden geçilecek bir ölüme de hazırlanı-yorken. Yine ben. Yani benim kalbim. Yani benim içim. Yani içimde katman katman birbiri üzerine yığılı duran zaman. Hal böyleyken efendim. Zamanın dakikalar ve saniyelerle ölçülebilir türden, çizgisel bir eksen. Sürekli ilerleyen ve akan. Ve bir kez geçildi mi üzerinden bir daha geri gelmesi asla mümkün olmayan bir olgu olduğundan. Allah aşkına söyler misiniz nasıl söz edebilirim?
(s:53-55
(Timaş Yayınları,2012, 223 sayfa)
KİTABIN ARKA KAPAĞINDAN:
Ben şimdilerde on altıncı asırlardan kalma çini bir pencere alınlığında, tam sağ alt köşeye imza düşürülmüş mavi bir Osmanlı lalesi neler düşünür, onu merak etmedeyim. Lale mühürlü, kendi tarihçesinin farkında mı her zaman merak edilebilir bir kağıdın sathında. Ben. Yani modern zamanların mavi laleleri kavramakta zorlanan bilinci örselenmiş, ben demekten hoşlanan çocuğu.
Sağ avcumun içinde ters bir lale, kusursuzluğuyla kem nazarları çağıran Selimiye'nin mazisinde ters huylu bir kadın olmasam da.
Bir sahaf dükkanının derinliğinde ilk sahifesi yitik bir Lale Risalesini okumaya bir türlü başlayamıyorken ben, yine ben; bir laledana daldırılmış tek sap lalenin uyandırdığı aşinalığın sızısında.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder